28 Nisan 2008 Pazartesi

GÜRÜZ DAVASI SONUÇLANDI

YÖK Eski Başkanı Prof.Dr. Halil K Gürüz'ün, Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu tarafından yazılan Karikatür Üniversite (Selvi Yayınları, 2007) adlı kitabı nedeniyle açtığı tazminat davası reddedildi.
Başkan Gürüz, Hatipoğlu'nun söz konusu kitabının içeriğinde geçen bazı sözlerle kendisine hakaret edildiği savıyla 30 bin YTL'lik manevi tazminat davası açmıştı. Hakaret olarak ileri sürdüğü savlar; doçentlikten sonra 5 yıl beklemeden 4.5 yılda ve hülle yoluyla profesör yapıldığıdır.
Dr. Gürüz'ün açtığı bir yıldır devam eden bu dava, Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesinde 18 Nisan 2008 günü sonuçlanmış ve dava reddedilmiştir.

7 Mart 2008 Cuma

TAZMİNAT DAVASI REDDEDİLDİ

Kırıkkale Üniversitesi eski rektörü Tahsin Nuri Durlu tarafından, kendisine hakaret edildiği savıyla Dr. Tahir Hatipoğlu aleyhine açtığı 15000,00 ytl tazminat davası Yargıtay tarafından reddedildi. Rektör Durlu'nun Ankara ASHM'ne açtığı dava yerel mahkeme tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Dr. Durlu Yargıtay'a temyiz etmiş ve Yargıtay 4. Hukuk Dairesi yerel mahkeme kararını onaylamıştır.
Öte yandan YÖK eski başkanı Halil Kemal Gürüz tarafından açılan 30.000.00 ytl tazminat davasına 6. ASHM'de devam edilmektedir.

6 Aralık 2007 Perşembe

KONFERANS

KONFERANS
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahir HATİPOĞLU ’nun 17.11.2007 günü, Bilim İnsanları Dayanışma Derneği’nde (BİDDER) düzenlenen “Yeni dönemde Yüksek Öğretimde Neler Yapılmalıdır?” konulu konferansta yaptığı konuşmadır.

Değerli arkadaşlar hepinize günaydın diyorum. Önce BİD-DER ’e teşekkür ediyorum. Bu önemli konuyu ilk konferansın konusu kabul ettikleri için. Çünkü hepimiz de biliyoruz ki bu günlerde bu çok önemli. Altı Kasımda YÖK’ün yirmi altıncı yıl dönümünü kutladık. Yani daha doğrusu andık. Bir de sekiz aralık var önümüzde. Sekiz Aralık ’ta da YÖK’te yeni süreç başlıyor. Bizim asıl konumuz sekiz Aralık’a hazırlık yapmak. Buradaki konuşmamızın bir amacı da o. Çünkü sekiz aralıkta hepimiz biliyoruz ki, yirmi altı yıldır devam eden ve Türkiye’nin gündeminden bir türlü düşmeyen YÖK sisteminin yeni bir süreci başlayacak, daha doğrusu ben öyle diliyorum, ve bekliyorum. Sanırım siz de öyle bekliyorsunuz. Bugünkü YÖK başkanının süresi sekiz Aralık’ta doluyor. Yerine yeni bir başkan atanacak.
YÖK sisteminde başkan çok önemli. Bu sistemin çatısı başkanla kuruluyor. Başkandan sonra gelenler rektörlerdir, organlardır, kurullardır; bunların, üniversiteden olan arkadaşlarımız bilir, hiç önemi yoktur. Sistem tamamen tek kişi egemenliğine dayalı bir sistem. O nedenle biz, sekiz Aralık’ı çok önemsiyoruz. Sekiz Aralık’ta YÖK’ün bütün kurul üyeleri değişmiyor. Ama biz diyoruz ki; bizim ülkemizde başkan değişti mi? her şey değişiyor. YÖK sisteminde, maalesef, bizim, meslektaşımız dediğimiz öğretim üyeleri, başta profesörler olmak üzere, en çok değişken yaratıklardır. Bunu da itiraf etmek gerekir. Yani bugün YÖK Başkanı değişsin YÖK üyelerinin ve rektörlerin tamamına yakını değişir. Başkan ne düşünüyorsa onlar da onu düşünmeye başlar. O yüzden “sekiz aralık” çok önemli değerli arkadaşlar. Ben yirmi altı yıldır, Şaban Şimşek Hoca’nın dediği gibi YÖK sistemi ile birebir uğraşıyorum. Bunu öğünmek için söylemiyorum.
Sevgili arkadaşlar, Ben 1969’da üniversiteye asistan girdim Dicle Üniversitesi’ne; o gün bugün üniversitedeyim. O günleri de izlemiş birisiyim. 4936 sayılı yasada çalıştım, sonra 1750 sayılı yasada çalıştım, 2547 sayılı yasada çalışıyorum. Dolayısıyla hepsini biliyorum; hepsinin yakından izleyicisi oldum, bu alanda da kitaplar yazdım. Ama YÖK sistemini birebir çok canlı bir şekilde inceledim. Ve bunun için de geniş bir arşiv hazırladım. Yedi kitap yazdım. Buna rağmen görüyorsunuz hiçbir çözüm sağlayamadık. Bütün umudumuz sekiz Aralık’a kaldı. Dileriz ki, inşallah o gün hüsrana uğramayız. Öyle bir tehlike de var, onu da görelim. Arkadaşlar bakın, onun bir işaretini vermek istiyorum. Kimse alınmasın, yeni YÖK Başkanını sekiz Aralık’ta Cumhurbaşkanımız atayacak. Teziç’in görev süresinin bitmesiyle birlikte üyelik süresi de bitiyor. Bu şunu gösteriyor; şimdiye dek geleneğe göre yeni atanacak kişi, önce YÖK üyesi yapılacak yarım saat sonra da YÖK Başkanlığına atanacak. Usul şimdiye dek böyle işledi. Mevcut üyelerden de atayabilir ama, tahmin ediyorum, YÖK Başkanı olacak kişi bir teamül gereği böyle olacak. Şimdi burada açıktan söylememizde yarar var arkadaşlar.
Hükümet tarafından atanan yedi üye var, diğerleri daha çok devlet iktidarının evet dediği Üniversitelerarası Kurul’dan ve Cumhurbaşkanı tarafından atanan üyelerdir. Hükümet üyelerine bakıyoruz, beş yıldır onlardan hiç ses yok. Sizler de mutlaka izliyorsunuz, mevcut hükümet temsilcisi YÖK üyelerinin “ YÖK sistemi artık şöyle olmalıdır. Bu başkan işi dağıttı, tozuttu. YÖK’ü tamamen siyasallaştırdı” şeklinde, ağızlarından bir cümle dahi duymadım. Sanıyorum sizler de duymadınız. Gazeteci arkadaşlar da duymadılar. Ben gazetecilerle de konuşuyorum, üstelik o üyeleri kendisine yakın gören muhabirler, daha çok yakınıyorlar. Arkasından beni arıyorlar “hocam kuruldan sonra önce telefonu onlar kapatıyor sizin bir duyumunuz var mı?” diye soruyorlar. Ben de yok diyorum. Maalesef bu yedi arkadaşımız iyi sınav veremediler. Önce bunu söylemek durumundayım, benzer nitelikte ve karakterde bir YÖK Başkanı atanır diye korkuyorum. Cesur, yürekli ve kararlı YÖK Başkanı’na gereksinmemiz var. Yanında da YÖK üyeleri değiştikçe benzer nitelikte dört beş kişi bulunursa, bu sistemi biz sekiz Aralık’tan sonra değiştiririz. Sekiz Aralıkta, üyelerin tavrında bir başkan olursa, ben çok üzüleceğim ve YÖK mücadelesini de o gün noktalayacağım. Çünkü, bu işin artık olacağı yoktur, kanısına varacağım.
Neden olacağı yok? Dikkat ederseniz değerli arkadaşlar, 1983’ten beri yani demokratik sürece ya da demokrasiye geçildikten sonra, her siyasal parti ve Hükümet programında YÖK ‘ün değiştirileceğine ilişkin maddeler vardı. Ama bunların hiç birisi samimi değillerdi. Samimi olmadıkları görüldü. Ben şahsen sadece AKP ’nin tavrında samimiyet gördüm. Doğru olarak, “Bu sistem değişmelidir” deyip kararlı bir tutum sergiledi. Ben inandım ama, geçtiğimiz beş yılda onlar da başaramadı. Şu anda iktidarın elinde büyük güç var, Cumhurbaşkanlığı. Çünkü YÖK sisteminin başı aslında Cumhurbaşkanlığı. YÖK Başkanını o atadığı için. Cumhurbaşkanı da bu konuda kararlı bir düşünce ile geldiği için, çok umut var, diyorum; yani ilk ve son şans. Öbürleri şans değildi. Süleyman Demirel, Erdal İnönü bunların hepsi usulen değiştireceğiz deyip geçiyorlardı. Turgut Özal da dahil bunun içine.
Konumuza gelince, hepimizin bildiği Mevlana’nın bir sözü var ya “Dünle birlikte gitti, cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diye. Yirmi altı yıldır hepimiz, sizler de, toplum olarak sistem için kafa yoruyoruz. Çünkü üniversite herkesi ilgilendiren bir kurum. Üniversite sadece öğretim üyelerini ve öğrencileri ilgilendirmiyor. Ülkesini seven herkesi ilgilendiriyor; çünkü ülkesini seven bir kişinin üniversitesi güzelse o ülke de güzel oluyor. Sonuçta, o ülkeyi ileriye götürecek bütün insanlar bu kurumdan yetişiyorlar. Bunları iyi yetiştirmek hepimizin arzusudur ve görevidir. Böyle bir kurumun mutlaka iyi olması gerekiyor ve bunun için de yirmi altı yılda çok söz söyledik. Müthiş tespitler yaptık. Zaten Türkiye’de, özellikle okumuş sınıfın işi tespit yapmak. Tespitte bir numarayız. Biz de her gün yemek masasında tespitler yapıyoruz arkadaşlarla. Şu şöyle olmuş bu böyle olmuş, ama “şu şöyle olmalıdır” demiyoruz. Bizde o alışkanlık pek yok. Tamam kardeşim ama bu kötü şu kötü, bunlar tamam, ama, arkasından, nasıl olmalıdır? deyince bir görüş söyleyemiyoruz. Bizim de sıkıntımız bu. Biz yirmi altı yıldır bunu yaptık. Genelde tespit yaptık. zaman zaman öğretim üyeleri öneriler geliştirdiler ama, çoğunlukla tespitle uğraştık, eleştiri ile uğraştık.
Değerli arkadaşlar, bence bu günden itibaren, sekiz aralıktan sonra nelerin gerçekleşmesi için öneri geliştirmemiz lazım.Bende diyorum ki, onun için dündekileri bırakalım. Artık, yüksek öğretim Türkiye’de nasıl olmalıdır? diye onu tartışalım istiyorum, yeni şeyler söyleyelim arzusundayım.Ben de onu söylemeye çalışacağım, sizlerden de öneriler alacağım, zira önümüzdeki günler önemlidir. Mutlaka yeni şeyler söylememiz gerekiyor. AKP Başkan Yardımcısı geçenlerde “mütevelli sistemi getireceğiz” dedi. Alın size yeni bir konu. Türkiye’de yirmi altı yıldır en büyük kaybımız şu oldu, üniversitenin ne olduğunu unuttuk biz. Daha doğrusu unutturdular. Yasanın adı da bir kere Yükseköğrenim Yasası oldu. Aslı bunun “üniversite yasası” olmasıdır.
Bizler üniversitenin ne olduğunu bilmek durumundayız öncelikle. Yani yeni öneriler yaparken bunu temel alarak yapmamız gerekiyor. Şimdi pek çok arkadaşımız ilkokul, orta okul, lise var, ve bunun da yükseği var onun adı da “üniversite” diyor. Dolayısıyla üniversiteyi lisenin devamı gibi görüyor; yani liseye nasıl bakılması gerekiyorsa veya ilköğretime nasıl bakılması gerekiyorsa, üniversiteye de öyle bakılması gerekir diyor. Oysaki biz biliyoruz, bütün dünyada üniversite farklı bunu anlatamıyoruz arkadaşlara. Örneğin, hepimizin bildiği bir konu, üniversiteye herkes istediği kıyafetiyle gelsin diyorsun, hemen üniversite profesörü “ne demek hocam insanlar ilkokula formayla gidiyor, orta okulda koşullar yok mu?” diyor. Kravat var, ceket var burada da olsun. Neden? Çünkü, üniversitenin ne olduğunu bilmiyor bu arkadaş. Biliyorsunuz bunun mucidi ve baş aktörü Kenan Evren de bir tarihte “lisede müdürleri öğretmenler mi seçiyor?” dedi. Onun cahilliğini biraz anlıyoruz ama, profesörü anlamada zorluk çekeriz. Ona o zamanlar yanıt verilmişti, “üniversite lise değil de ondan” denilmişti. Paşa anladı anlamadı bilmiyorum. Üniversite farklı bir şey arkadaşlar. Dünyanın her tarafında üniversitenin temel özelliği özerk olmasıdır. Akademik özgürlüğünün olmasıdır. Kişilerin akademik özgürlüğünün olması temel kuraldır. Şimdi biz “liseler özerk olsun” diyebilir miyiz, diyemeyiz çünkü orası lise. Üniversitelerde lise olsun diyemeyiz çünkü orası üniversite. Bunu bilmemiz gerekiyor. Lise öğretmenine akademik özgürlük tanınmalıdır diye bir tezimiz olamaz. Çünkü orası lisedir. Lisenin öğretmeni devletin çizdiği sınırlar içerisinde kalır, derin devletin çizdiğini demiyorum. Devletin çizdiği sınırlar içerisinde eğitim öğretim yapmak zorunda. Ama üniversiteye geçildiği zaman artık sınır tanımaz bir kurum. Devlet dışı bir kurum üniversite. Yani üniversitede eğitime öğretime, üniversite öğretim elemanlarına hocalarına, neyin nasıl giyinilmesi gerektiği konusunda asla ve asla devlet çerçeve çizemez. Devlet çizemez, üniversite bunu kendisi çizer. Çözüm için üniversite tanımında birleşmemiz gerekiyor. Üniversite devlet dışı kurumdur. Üniversite lise değildir. Yüksek okul da değildir. Üniversite denildiği zaman hepimizin bildiği lisans eğitimi artı lisans üstü eğitim ve araştırma anlaşılır. YÖK’le maalesef üniversitelere meslek yüksek okulları da eklendi. Akademik özgürlüğü gerçek üniversitede mutlaka savunmak gerekiyor. Doğru tanım yaptığımız zaman biz bu işi çözeriz.
Bazıları da şöyle diyor: Peki bu devletin kurumudur, neden devlet karışmasın? İşte üniversitenin bir özelliği de orada zaten. Üniversiteleri arkadaşlar devlet kurar, hocaların parasını da verir ama, onları bağımsız ve özerk kılar. Çünkü kamu yararı açısından üniversitenin özerk olması, devlete bağımlı olmasından daha önde gelir. Öyleyse biz toplum yararını düşünmek zorundayız. Özerk olan üniversiteye devlet iktidarı da siyasal iktidar da karışamaz. Türkiye’de bu iki iktidar çatışma halinde. Gerçek bu. Bir sürü sıkıntı oluyor bu yüzden; YÖK kendisini devlet iktidarının organı görüyor. Özerk ve özgür ortamdaki üniversite, gerektiğinde hükümeti ve iktidarı eleştirecektir. Üniversiteye akademik özgürlük neden verilmiştir? Kamu yararı açısından. Tabu tanımaması gerekiyor üniversitenin. Tabusu olmaz üniversitenin. Yasağı da olmaz. İfade özgürlüğünde kısıtlama da olmaz. Olmaması gerekiyor. Olursa, o zaman devletle hükümetle üniversite bütünleşir ve sonuçta ne olur, üniversite lise konumuna düşer, bu günkü durum gibi.
Arkadaşlar öyleyse, devlet üniversitesini kurar ama onu özerk kılar. Bu, biraz da yargıya benziyor. O nedir? Türk ulusu adına karar verir ve bağımsızdır. Üniversitenin ondan farkı, ayrıca akademik ve ifade özgürlüğünün olmasıdır. Ve kendi kendini yönetir durumda olmasıdır. Bu iki niteliği üzerinde taşımayan üniversite demin dediğimiz gibi kamu yararına iş yapamaz. Biz önce bunda anlaşmalıyız. Bunda anlaşırsak çözüme ulaşmamız mümkün. Devlet kurmuş, paramızı da oradan alıyoruz neden karışmasın, zihniyeti yanlıştır. Tamam da kardeşim devlet sana para verecek ama, sen gerekirse devlete de kafa tutacaksın. Sana, kafa tutman için bu parayı vermiş adam. İşin bu senin. Ama işinin ne olduğunu anlamıyor, devletin çizdiği çizgide gidelim diyorsanız, siz üniversite adamı değilsiniz. Bakın, bazı cesur öğretim üyeleri hem hükümete hem askeri yetkililere karşı cesurca açıklamalar yapıyorlar ve doğru yapıyorlar. Uyarma bu şekilde olacaktır. Öyleyse yeni dönemde çözüm ne olmalıdır? Benim kişisel kanım şudur: YÖK yasasının çok acele değiştirilmesini yanlış buluyorum. Yani, sekiz aralıktan üç ay sonra YÖK yasasını değiştirelim düşüncesini yanlış buluyorum. Bu yasayla en azından bir iki yıl devam edilmesi gerekiyor. Önce sekiz aralıktan sonra, bizim demin çerçevesini çizdiğim nitelikte YÖK Başkanı ve üyeleri göreve geldiklerinde, bizim özlediğimiz özerk ve akademik özgürlüğü olan kuruma hazırlamaları gerekir. İşte bu süreçte öğretim üyelerine evvela bir moral verilmesi gerekiyor. Cesaret verilmesi gerekiyor arkadaşlar. Üniversitedeki korkaklık Türkiye’nin hiçbir yerinde yok. İlkokul öğretmenleri lise öğretmenleri bu gün üniversite öğretim üyelerinden daha cesurlar. Daha korkusuzlar. Bu değişim tamamen YÖK Başkanının tutumuna bağlıdır. Örneğin, 1933’te Mustafa Kemal üniversite devriminde üniversiteler özerk değildi. Aynen bu günkü YÖK’ün kopyasıydı 1933 üniversitesi. Şimdi o da yok Öyle bir şey yok. Ama 1946’da üniversiteler özerk oldu. Ki, anayasada böyle bir madde olmamasına rağmen. O dönem, bütün üniversite tarihçilerince, özerkliğe hazırlık dönemi olarak algılanıyor. Yani bu süreç aşağı yukarı 13 yıl sürüyor. Nitekim hazırlık çalışmaları da 1939’daki Birinci Milli Eğitim Şurası’nda başlıyor. Günümüzde bu süreç iki yıl sürmelidir. Ama bu iki yılda yeni yönetim bu günkü gibi davranırsa, bu iki yılın da bir anlamı yok. Bu iki yılda ne yapılacak? Önce değerli arkadaşlar üniversitenin morale ihtiyacı var. Üniversite hepimiz biliyoruz, YÖK başkanı ve rektörler odaklı kurumlar. Öğretim üyesi ve öğrenci odaklı kurumlar haline getirilmesi gerekiyor. YÖK başkanı ilk önce “Kardeşim ben üniversitelerimde esas olarak öğretim üyelerini alıyorum. rektörler onların hizmetindedir” demelidir. Şu anda rektörler öğretim üyelerini kendi hizmetlerinde görüyorlar. YÖK Başkanı da öyle görüyor. Şu resme bakın: bir rektör el pençe Başkanın yanında eğilmiş, Başkan da eli cebinde ona bir şeyler söylüyor (T. Hatipoğlu, Karikatür Üniversite, Selvi Yayınları, 2007). Şimdi sistem bu.Yani rektör ve YÖK Başkanı odaklı. Ama böyle bir tavır, büyük bir heyecan yaratacaktır. Ama başkan, “Ben öğretim üyeleri esaslı bir kurumun başkanıyım”, diyecektir. Coşacak adamlar. Çünkü o kadar sindirilmiş ezilmiş bir topluluk ki öğretim üyeleri, benim sözümü ağır görmesinler, aslında daha ağırını söylemem gerekiyor; ezilmişler ve artık yok olmuşlar. Dedim ya, kendilerini sıradan bir memurdan daha aşağıda görüyorlar. Dolayısıyla konuştuğu tek şey sadece ders ücreti, para. Başka bir şey yok. Artık üniversite falan konuşulmuyor.
YÖK Başkanı bunu derse, o zaman öğretim üyelerine bir cesaret gelecektir. Konuşmaya başlayacaklar ve rektörler de bu kez ne yapacaklar, hizaya girecekler. Şimdi öğretim üyeleri tamamen eziliyor, rektörün sanki kulları. Maalesef de öğretim üyesi arkadaşlarımız da kulluğa çok yatkınlaştılar. Buna alıştılar, şimdi oylama yapsak “biz özerk olmak istemiyoruz bu günkü kul sistemi daha iyi” diyenler çoğunlukta olabilir. Üniversitelerde en tehlikeli durum budur. Özerk sistemde her öğretim üyesine iş düşüyor; şimdi rahatlar. Rektör Bey bilir demek kolay. Öğretim üyesi merkezli olduğunda, rektör bey bilmeyecek kendisi bilecek. Kendisinin bilmesi için de biraz mevzuat okuyacak, biraz kitap karıştıracak gündemde olan konu için araştırma yapacak, çünkü konuşması gerekiyor. Karar organı olan kurullarda kendisine iş düşecek, ama bizimkiler rahata alıştılar. Şimdi bu rahatı yitirmek istemiyorlar. Meksika’lı düşünür Octavia Paz buna “ikinci elden yaşama” diyor. Bizim insanımız ikinci elden yaşamaya çok alışık. Örneğin, sağlıkla ilgili sorunu mu var, Nihat Bey bilir gider ona danışırım,üniversitede Şaban Bey var gider ona sorarım. Kardeşim tamam da, sen Şaban Şimşek’e Nihat Tosun’a soracağına, Ayşe Hanıma soracağına, kendine sor. Ama, kendine sorması için de okuması gerek. Dolayısıyla bu iş öyle kötü bir kangren şeklinde kurumun içerisini sardı ki, akıl almaz şekilde herkes rahatladı şimdi. Onun için neredeyse özerkliğe karşı çıkanlar çoğunluk olabilir bizim üniversitemizde. Ben etrafta konuşuyorum, “Ne var bunda bak gayet güzel yürüyor işler” diyor. Ama kendisine düşecek işten kaçıyor. Çünkü alıştırdık ve de üniversitenin ne olduğunu öğretemedik. Şimdi bu günkü sistemde birisi asistan girsin, hiç kafa yormadan ve kendisine danışılmadan 67 yaşında emekli olabilir. Çünkü sistemin hiçbir basamağında “arkadaş sen ne diyorsun” denilmiyor. “Ne iş yapıyorsun” denilmiyor. Şu konuda görüşün nedir? denilmiyor. Sistem öylesine oluşturulmuş ki, hiçbir iş yapmadan 67 yaşında emekli olunabiliyor. Oysa, bu güzelim insanın düşünen insan haline getirilmesi gerekiyor. Düşünen insan olması için de ortam olması gerekiyor. İngiliz profesör G. R Evans, “Akademisyenler, toplumun ‘düşünmeleri’ için para verdiği gruptur” derken boşuna demiyor (Academics and the Real World, 2002, Çev. E. Kılıç, Bilgi Ü. Yayını, 2007). Üniversitelerde yemekhaneler dışında sosyalleşmeyi sağlayan hiçbir ortam yada organ yoktur. Sadece yemekhanede bir saat sosyalleşiyorsun. Ben de şahsen yemeğe sırf o yüzden gidiyorum.Yani iki üç arkadaş otururuz da masada iki çift laf ederiz tanışırız, diye. Organlar yok, seni soran yok, geldin mi gittin mi diyen yok; hatta yönetici senden kaçıyor. Böyle bir yerde sosyalleşme olur mu ? Bir araya gelemiyoruz. Aynı fakültenin öğreticileri birbirini tanımıyor, birbirini tanımaları için ortam yok. Öyleyse sekiz aralık yönetimi bazı şeyleri bu yasayla bile yapabilirler.
Sevgili dostlar, Hepimiz yeni yönetime hiç değilse başlangıçta destek verelim. Ama umutsuz bir durum çıkarsa, artık bizim için hüsrandır. İlk ve son şansı da yok etmiş oluruz. Bir başka sorun yeni üniversiteler. Son iki yılda hükümet 32 ilde üniversite kurdu. İlk 15 inin rektörleri yasa dışı olarak dayatma yöntemiyle atandı, YÖK tarafından. Bir kere bu yasa dışı atamayı Milli Eğitim Bakanı her yerde “yasa dışı” diye söylüyor. Şimdi kalkıp da bu yasa dışı rektörler, hiçbir şey olmamış gibi devam ederlerse, o zaman Bakan Hüseyin Çelik’in istifa etmesi gerekiyor. Yasa dışı dayatmada hükümet çekinik durduğu için adamlar görevlerinde.17 üniversite şu anda rektörsüz. Üniversite dediğiniz bir kurumun rektörsüz olması kadar kötü bir şey var mı? Malatya’nın o despot rektörü Siirt’teki üniversitenin rektörlüğüne vekalet ediyor. Mardin’deki üniversitenin rektörlüğüne vekalet ediyor. İşte bu iki yıl içerisinde bunlar düzeltilecek. Bir yasa çıkacak bu 32 üniversitenin rektör atama şekli belirlenecek ve atama yapılacak. Bunun en güzeli YÖK ün önermesi, Cumhurbaşkanı’nın atamasıdır. Şimdi Bitlis’te bir üniversite var, dediğimiz gibi Van’daki arkadaş buraya vekalet ediyor. Olmuyor bu iş. Bunları bir kere sahiplenmemiz gerekiyor.
Bugün 85 kamu üniversitemiz var.Bu üniversiteler arasında korkunç bir öğretim üyesi dağılım dengesizliği var. Şaban Hocam belki bilir, o zaman ben Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanı’ydım.Milli Eğitim Bakanına hep şunu söyledim. Büyük kentlerdeki öğretim üyelerine doçentliğe ve profesörlüğe atanırken birer yıl her unvan dönemi için birer yıl zorunlu hizmet getirilmesi gerekir demiştim. Bakan hiç unutmuyorum “Hocam zaten başımız dertte bir de bunu çıkarırsak üniversite ayaklanır.” demişti. Hekimlere zorunlu hizmet var Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak, bakın kamuoyu bunu benimsedi, hiç itiraz yok Herkes de zorunlu hizmete gidiyor, gönülsüz de olsa. Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin öğretim üyeleri neden zorunlu hizmete gitmesin? değerli arkadaşlar. Bunu mutlaka yeni dönemde savunmamız gerekir.Bunun için yasa gerekiyor. Bunu sağlamamız gerekiyor ve bu konuda, toplumsal bir uzlaşmanın olduğuna da inanıyorum. Neden inanıyorum? Bu kurumlar bizim kurumlarımız. Bunlara sahip çıkılması gerekiyor. Düşünün bu üniversitelere yılda 1000 öğretim üyesi atansa, 1000 öğretim üyesinin yeni kurulan 32 üniversiteye gittiğini düşünelim arkadaşlar. O üniversitelerde patlama sağlanır. Başka türlü, parayla pulla falan kesinlikle olmaz.
Kadrosu üniversitesinde kalmak koşulu olduğu için buna itiraz olmaz. Efendim, diyorlar ki, geçmişte bu denendi, olmadı. Arkadaşlar geçmişte bu denenmedi. YÖK Yasası ile birlikte denenir gibi oldu, ancak yan güdüldü ve aykırı görüşlüler gönderildi. Onların da çoğu gitmedi, istifa etti. Açık haksızlık vardı, Doğramacı bunu suiistimal etti, kendisine yakın olanları ODTÜ’den Ankara’ya görevlendirdi. Ankara’da olanları Hacettepe’ye görevlendirdi, bunlara biliyorsunuz “hülle profesörlük” denilmişti. Herkese eşit şekilde uygulanıyor olsa hiç itiraz olmaz. Yeni dönemde çevremizdeki arkadaşlara bunu söylememiz gerekiyor. Çünkü üniversiteye toplum bu hesabı sormalıdır.
Bir başka konu da şudur: Diyorlar ki, üniversiteyi bitirenlerin hepsi işsiz kalıyor.Üniversitenin işi bitiren öğrencilere iş bulmak değil. Bunu hepimizin böyle kabul etmesi gerekiyor. Ama üniversiteye sorulacak bir hesap var. Halk tarafından da, devlet tarafından da , hükümet tarafından da, TBMM tarafından da sorulacak bir soru var. “Arkadaş sen kaliteli eğitim yapmak zorundasın” Bitti. Bunun hesabı üniversiteden sorulur. Üniversiteden, YÖK ten ve yeni kurulacak olan YÖK benzeri kuruluştan. Bunu sorabiliriz biz. Bizim üniversitelere sorabileceğimiz hesaplardan birisi bu. Kaliteli ve nitelikli eğitim. Serbest düşünebilen, özgür düşünebilen, kendine özgüveni olan kaliteli insanlar yetiştirip yetiştirmediğini sorabiliriz. Bitirenlerine iş bulmak tamamen Devletin ve Hükümetin işi. Bu, üniversitenin işi değildir bunu da bilmemiz gerekiyor. Peki biz kaliteli ve nitelikli eğitimin hesabını soruyorsak, soracaksak üniversiteden, bizler adına da TBMM zorunlu hizmet koymalıdır.
Eğitimin yanında ikinci bir öneri daha sunmak istiyorum. Şimdi 115 üniversite var, 30’u vakıf üniversitesi 85’i kamu üniversitesi arkadaşlar. Zaten üniversitelere devlet üniversitesi demek de yanlış. Üniversiteler kamu üniversiteleridir. Resmi literatürde tanımı budur. Devlet üniversitesi dediğiniz zaman işte bu günkü üniversite anlaşılır.Yani, devletin çizdiği çerçevede çalışan üniversitedir. Üniversiteler cemiyete karşı sorumlu kurumlardır.Yani topluma karşı. Onun için üniversitelere, kamu üniversiteleri dememiz doğrudur. Öyleyse bu 85 kamu üniversitelerine önerim, madem hep yeni şeyler söyleyeceğiz, yeni olarak söylüyorum sizlerle de bunu paylaşmak istiyorum, Türkiye’de “Üniversite Birlikleri” diye yeni oluşumlar oluşturmak gerekiyor. Ben bunu Aksiyon dergisinde ilk kez söyledim geçen sayısında. Nedir bu üniversite birlikleri? Bu birlikler en az üç üniversiteden oluşacak. Birlik oluşurken Elazığ, Bitlis,Bingöl bu üçü değil, coğrafi birlik değil. Ankara’dan örnek verelim. Ankara, Çankırı; Muş Üniversitesi, bu üçü birlik oluşturacak. Yani bu birliğin içerisinde mutlaka gelişmiş dediğimiz çok eski üniversite olacak .Bunun yararı ne olacak. 80 öncesinde patron üniversite gibi bir uygulama vardı. Ben Diyarbakır Üniversitesi’ne asistan girdiğimde, Diyarbakır Tıp Fakültesi’ni Ankara Üniversitesi açtığı için, bize uçakla hocalar gelir giderdi. Bunun bir gelişmiş şekli bu. Bununla ne olacaktır. Diyelim ki Hacettepe, Çankırı, Yozgat ve Muş bir birlik oluşturdu. Bu dört üniversite. Bu bazen üç olabilir. Kesinlikle aynı bölgedekiler değil. Kalkıp da Van, Erzurum,Ağrı bir birlik oluştursun, Diyarbakır, Mardin, Siirt değil. Mutlaka yeni üniversitelerin küçük kentlerde açılan üniversitelerin içinde olacağı, büyük üniversiteli birliklerin oluşması gerekiyor. Bu birlik neyi sağlayacak? Hepimiz biliyoruz, öğrencilerin üniversite okurken morale ihtiyaçları var. Yani moral derken, Siirt Üniversitesi’nde okuyan öğrenci, üniversitesi Hacettepe ile birlik oluşturursa “bizim üniversite Hacettepe ile beraber” diyecektir. Bu hakkı da tanımamız gerekir. Bu bir gerçektir. Anadolu’daki öğrencilerde şu anda moral diye bir şey yok. Bu çocukları biraz güdülemek, moral vermek gerekir. Aynı şey öğretim elemanları için de geçerli. Muş öğrencilerine Hacettepe’den öğretim üyeleri gidecek, derse girecek. Gerekirse öğrenci değişimi sağlanacak. Yani bizim o Muş’taki, Ağrı’daki öğrencilerimizin terk edilmiş,itilmiş konumundan kurtarılması gerekiyor. Ben Diyarbakır’da iken Ankara’ya rotasyona gelmiştim üç ay. Hala o üç ayın rantını yiyorum değerli arkadaşlar. Yaşım 62 oldu. Nasıl yiyorum, Ankara Tıp benim bir kapım oldu. Başım sıkıştığı zaman Ankara Tıp’a gidiyorum, ziyaret ediyorum arkadaşlarımı, “sizden şunu rica ediyorum” diyorum ve övünüyorum aynı zamanda Ankara’da çalıştım diye. Bu bizim insan olarak bir gereksinmemizdir. Birlik, üniversite içindeki yönetime karışmayacak, sadece önlisans, lisans ve lisansüstü eğitimde öğrenci değişimi ve öğretim üyesi değişimi sağlanacak ve onun dışında üniversiteler işlerini bağımsız yapacaklar, kimse karışmayacak. Bunu mutlaka ama mutlaka savunalım. İlle de bu değil, en azından buna benzer oluşumlar mutlaka yapmamız gerekiyor. Bu üniversiteleri büyük üniversitelerin kucaklamasını sağlamamız gerekiyor.
Niçin bu çok önemli? Bu üniversitelerin öğrencilerine bakın, hepsi orta ve alt direkten. Biz Türkiye’nin iyi ve büyük kentlerdeki üniversitelerinde okuduk. Anadolu’da okuyanımız yok belki içimizde. Ama bir de onların psikolojisini düşünün. O çocuklar zaten eğitim olanaklarını olumsuz yaşamış bir kesimden geliyorlar. Ortaokulda lisede darbe yemişler, bir de adamı götürmüş Mardin Artuklu Üniversitesi’ne koymuşuz. Puan alamıyor oraya giriyor. Şimdi siz bu adamı temelli iterseniz olmaz. Önerim gerçekleşirse, bölgeler arasında kaynaşmalar olacak.
Değerli Dostlar bir başka önemli sorun üniversiteye giriş sorunudur. Türkiye’de çok önemli. Dikkat ederseniz değerli arkadaşlar, ben kasıtlı olduğuna inanıyorum, ama dilerim değildir. Beş yıldır üniversite kontenjanlarında artış yoktur. Ama liseyi bitirenlerin sayısında % 40 artış var. Sanki görünmez bir el, bana göre görünen bir el, bu hükümet döneminde kontenjanlar artmasın der gibi, artırmıyor. Benim demin dediğim çözümler getirildiğinde, kontenjanlar mutlaka iki üç katına çıkarılır diye düşünüyorum. Çünkü herkes okumak istiyor. Türkiye’de bir tarihte okuyacak adam bulunamamış, jandarmalarla köylerden çocuklar toplanmıştı. Şimdi de köylüsü kentlisi okuyacağım diye kapıya dayanıyor, “sen dur arkadaş okuyamazsın” deniliyor. Bu olanakları yaratmamız gerekiyor. Üniversite girişinde de en büyük sorun biliyorsunuz, kamuoyunu meşgul eden bu kat sayı sorunu. Kat sayı sorununu iki şekilde çözebiliriz diye, düşünüyorum. Mutlaka çözülmesi gerekiyor. Bir de giyim kuşam sorunun çözülmesi gerekiyor. Toplumun huzuru ve üniversitenin niteliği için zaten serbest olması gerekiyor. Onunla da ilgili bir iki cümle söylerim şimdi. Katsayı eşitsizliği 1999’dan beri var. İmam Hatip Liselerinde 108.000 öğrenci var. Bunu üçe bölerseniz 35.000 öğrenci yapıyor. Üniversiteye girecek sayı budur. Bunlar giremesin diye bütün meslek liseleri mağdur ediliyor. Bu sorunun çözülmesi gerekiyor. Kemal Gürüz ün kendi yaptığı araştırmada, ki bunun katili odur, 28 Şubat’ın sonunda yaptığı araştırmada, bu sistemle İmam Hatip Lisesi mezunlarından üniversiteye 258’i giremiyor.Yani bu devlet iktidarı, bu katsayı eşitsizliği ile imam hatipten her yıl 250 – 260 arası imam hatiplinin dört yıllık hukuk ve siyasala gitmesini önlüyor. Peki bu Devlet, bu Cumhuriyet, bu laik devlet arkadaşlar,bu 250 kişinin üniversiteye girmesi ile mi yıkılacak. Eğer bu kadarla yıkılacaksa yıkılsın.Böyle bir şey olabilir mi? Onun yanında binlerce meslek lisesi öğrencisi heder ediliyor. Bunun için çözüm nedir? Şaban Bey hatırlar mı, bilmiyorum Milli Eğitim Bakanına verdiğimiz raporlarda da bunu söyledik Bakana da söylemiştim aklına yatmadı veya işine gelmedi. Kendi kuşağımızı anımsayalım. 74’ kadar meslek liseleri nasıl üniversiteye giriyordu, lise fark dersleri veriyorlardı, klasik lise diploması alıp istediği yerlere giriyorlardı. Bakana şunu önermiştim. O devirde her lisede fark dersi sınavına giriliyordu. Adam, Denizli İmam Hatip’i bitirmişse, Denizli Lisesi’nde fark dersine giriyordu. Bu dönemde artık her lisede yapmak mümkün değil merkezi yapalım dedim.70 puandan yukarısına lise diploması verilsin.Birinci çözüm bu. Bunu neden önermiştim? Buna itiraz yapabilecek hiçbir güç olamaz, çünkü elli yıl uygulanmış. 74’ten 82’ye kadar üniversitelere bırakılmıştı bu. Yani her üniversite lise denklik diploması aramadan girilebilecek fakültelerini önceden açıklıyordu.Bu da bir çözümdü. 1982’den 1999’a kadar ne yapıldı, eşit koşullarda hodri meydan herkes girsin, denildi. Ve bunu YÖK, 98’de kararla kaldırdı ve şimdiki eşitsizliği getirdi. Bu da bir çözüm.Ben bunun üçüne de varım. Ama en uygunu birincisidir. Bu eşitsizliğin giderilmesi şarttır.
BİDDER’in değerli üyeleri, vakıf üniversitelerinde de sorun var. Buralarda en ağır sorun, yönetim ve kontenjan azlığı sorunudur. Buna da el atmak gerekiyor.
Gelelim giysi sorununa; dünyanın her tarafında üniversitelerde giysi yasağı yoktur. Kimliğini gizlemeyecek şekilde herkes istediği giysiyle gelebilir. Şimdi bunu söylediğimiz zaman bizim dar kafalı arkadaşlar, üniversiteye o zaman çarşafla gelirlerse, ya sarıkla gelirlerse diyor.Tamam kardeşim gelsin.Yeter ki gelsin, ama kimliğini gizlemesin. Senin işin çarşaflıyı da sarıklıya da sağlam düşünceli aydınlar olarak yetiştirmektir. Bazı arkadaşlar üniversiteyi aynı ortaokul gibi forması olan kurum olarak görüyorlar. Geçenlerde Zaman gazetesinde bir yazım çıkmıştı orada yazdım; 1924 yılında İlahiyat Fakültesi’nde açılış töreninde, Rektör Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, “Darülfünun, öğrencilerin kıyafetiyle meşgul olmaz. Yalnız gayesiyle uğraşır. Sarıklı ve sarıksız; fakülteye girme koşullarını taşıyan bütün gençler kurumdan faydalanacaklardır” diyor. Üniversitenin gayesi bilim üretmek ve aklın kullanılmasını öğretmektir. Senin asıl işin kafayı aydınlatmaktır. Adam öyle gelirse, gelsin; kimliğini gösteriyorsa okusun. Sen onu eğit aydınlat. Senin üniversite olarak gayen bu. YÖK yasasının 17. maddesinde aslında giysi serbest. Ve bu yasa yürürlükte değerli arkadaşlar. Diyor ki ; üniversitede mevcut yasalara aykırı olmamak koşuluyla kılık kıyafet serbesttir. Ama yine biliyoruz ki, Türkiye’deki derin devletin dayatmasıyla bu serbestlik uygulanamıyor. Burada şuna dikkat etmek gerekiyor. Geçmişte bir 16. madde çıkmıştı. 16. madde şöyleydi; “dini inanç sebebi ile üniversitede kılık kıyafet serbesttir” Bunu o zaman Kenan Evren Anayasa Mahkemesine götürdü, Anayasa Mahkemesi; “dini inanç nedeni laik ülkede gerekçe olmaz” gerekçesiyle iptal etti. Ben bunu doğru buluyorum. Giysi serbestliği herhangi bir ideolojiye, dine, inanca dayalı olarak değil, insan hak ve özgürlükleri ve “üniversite olma” çerçevesinde serbest olmalıdır. . Üniversite ortamı serbestlik ortamıdır. Aynştayn’ın “serbest olmayan ortamda çiçek bile yetişmez” anlamında bir sözü vardır. Otorite ve baskı ortamında genci nasıl yetiştireceksiniz? Yetişmiyor ki, 26 yılda gördük. Hepimiz bundan yakınmıyor muyuz? Yeni yönetim bu ciddi sorunları üstlenecektir.
Yeni Başkan, yürekli ve cesaretli olmalıdır. AKP ‘nin Başkan Yardımcısı mütevelli sistemini getireceğiz dedi. Çok saçma. Ben kişisel olarak mütevelli sistemine karşıyım. Bu, Doğramacı’nın fikridir. Bakan da aynı sözü söyledi. Benim bir üzüntüm de şu sıralarda Doğramacı’nın, maalesef hükümeti çok etkiler vaziyette olmasıdır. Bunu bir ara gündeme getirmişti; fakat, hukuksal açıdan devlet malına mütevelli olmaz mantığı ile ret edilmişti. Sonra, özel statülü üniversiteler yasasını çıkarttı 1991’de. SHP Anayasa Mahkemesine gitti ve iptal edildi. Ben her üniversitenin aynı yasayla yönetilmesini gerekli görmüyorum. Farklı farklı yasalar da olabilir. 1980 öncesinde hep tek tip yasayı savunmuştuk biz. Ama tek tip yasa görüyorsunuz her yere zarar veriyor. Çeşitlilik olabilir ama, mütevelli sistemini doğru bulmuyorum. Bu sefer de başımıza, üniversiteyi dışardan yöneten dokuz adam çıkacak. Bizler de onların kaprisleri ile uğraşmak zorunda kalacağız. Amerika’da belki yürüyor ama, Amerika’daki rektör bizim rektör değil. Amerika’daki mütevelli üyeleri bizdeki değil. Şimdi bizim üniversitelere 9 kişilik bir mütevelli ekleyin o 9 kişinin iş bulma kurumu olur üniversite. Hepsi öğretim üyelerine baskı yapar. ODTÜ’de denendi. Herkes ODTÜ’de başarılı olundu sanıyor. Arkadaşlar mütevelli sistemi ODTÜ’de başarılı olmadı. Bakın, Uğur Ersoy 20 yıl ODTÜ’de üniversite rektör yardımcılığı yaptı ve bir kitap yazdı geçenlerde. Uğur Ersoy kitabında diyor ki; “siyasiler bu emellerine atadıkları mütevellilerle ulaşmaya çalıştılar.Hala buna benzer bir sistem getirerek üniversiteleri siyasilerin atayacakları mütevellilere teslim etmeyi tasarlayanlara ODTÜ tarihini incelemelerini öneririm” ODTÜ bu sistemde çığırından çıktı biliyorsunuz. Ersoy da bunu demek istiyor. Arkadaşlar bizim insanımız maalesef bir Amerika’lı gibi bir Alman gibi değil. Şimdi rektör olmak için Cumhurbaşkanı’nı yalamayan insan yok, o zaman da rektör heveslileri 9 adamın peşine düşecekler. Özetle bize uygun değil diyorum.
Değerle arkadaşlar, Türkiye bu güne dek 11 üniversite mevzuatı yaşadı. Deneyimimiz çoktur. Dünyada bu kadar mevzuat değiştiren üniversite yoktur. Öyleyse, kendi sistemimizi, üniversite olmanın genel ilkelerinden ödün vermeden, kurmamız zor olmayacaktır. Önce bu kötü sistemi terk edelim. Bazı arkadaşlar, şimdiki uyduruk seçim yönteminin sonuçlarına bakarak, seçimlere karşı çıkıyorlar. Çok yanlış. Bugünkü seçim değildir; seçim demek sonuç demektir. An kabası, rektörlük süresini bir döneme inecek, her dönem başka fakülteden olacak, beş yıl kıdemli profesörlerden olacak, seçmenler ise profesörler ve kıdeme göre belirlenmiş doçent ve yardımcı doçent temsilcileri olacak, en az yüzde elli oy derseniz, yıllardır yakındığımız sorunların yüzde doksanı biter. Bu yöntem 1946 yasasında vardı, kimse rektörden yakınmadı. Doçent ve profesör sayısı yüzden az olan üniversitelerde ise rektörler YÖK tarafından belirlenmelidir. Bu iş bu kadar basit.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.

27 Kasım 2007 Salı

YÜKSEKÖĞRETİM RAPORU

Bu rapor; Başbakanlık Müsteşarı Vali Efkan Ala’nın isteği üzerine Dr. Hatipoğlu tarafından hazırlanmış ve 19 Kasım 2007 günü kendisine sunulmuştur.

GİRİŞ
Üniversiteler demokratik, özerk ve özgür bir yapıda olmalıdırlar. Bugünkü üniversitemiz, 1981’de getirilen YÖK Sistemi ile, olması gerekenin tersine otoriter ve hatta totaliter yapıya sahiptir. 1946’da kazanılan özerk yapı 1981’de yitirilmiştir.
Şu anda Türkiye’de 85’i kamu, 30’u vakıf olmak üzere 115 üniversite vardır. 32 kamu üniversitesi son iki yılda kurulmuştur. Türkiye’nin hedefi, üniversiteleri evrensel ölçütlerde üniversiteler haline getirmek olmalıdır. Bu olası mı? Şimdilik hayır. Ancak, daha kötüye gitmemeleri için bazı adımlar atılmalıdır.
85 kamu üniversitesinden en fazla 30’una “gelişmiş üniversite” denebilir. Diğerleri coğrafi ve yeni kurulmuş olmak gibi nedenlerle fazla gelişmemişlerdir. Doğal olarak, bunlarda da hedef, her birini gelişmişlik düzeyine çıkarmak olmalıdır.
1981’de giydirilen gömlekle üniversitelerimiz, üniversite olmak için gerekli evrensel değerleri yitirmişlerdir. Sistem, tıpkı nötron bombası etkisi yapmış, içindeki insanlarda ve yetiştirdiği öğrencilerde kişilik kaymaları sağlamıştır. Önemli kayıp budur. Artık bu gömlek yırtılıp atılmalıdır.
YÖK sisteminde tek yetkili YÖK Başkanıdır. Rektörler, başkan adına, üniversitelerde tek yetkilidir. Yükseköğretim Kurulu dahil bütün kurullar karar organı değil “danışma organı” dır. Bugüne kadar YÖK Başkanları, kuruluşlarındaki ruha uygun olarak. “devlet iktidarı” nın kontrolünde hareket etmişlerdir.
08 Aralık 2007’de YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in görev süresi dolacaktır. Geçen 26 yılda YÖK sistemini kararlı ve samimi olarak değiştirmek isteyen ilk hükümet, bugünkü hükümettir. Dolayısıyla 08 Aralık 2007, ilk ve son fırsattır.
Yeni Başkan sistemi iyi bilen, kararlı ve cesur birisi olmalıdır. Bunu, aynı niteliklerde en az 3-4 üyenin atanması izlemelidir.Hedefe ancak böyle bir yapılanma ile ulaşılabilir.
Genel anayasa değişikliği dışında anayasadaki YÖK maddeleri (130 ve 131) ile YÖK yasasının değişmesi için fazla aceleye gerek yoktur. Ancak, yeni kadro, 1933-1946 arasında olduğu gibi, üniversiteleri özerkliğe kavuşturucu hazırlıklar yapmalıdır.Bu dönemde hazırlık süresi 2-3 yıl yetebilir. Bu sürede de Başkan ve üyelerin tutum ve davranışları üniversiteleri rahatlatabilir; öğretim elemanları rektör zulümlerinden kurtarılabilir.

İVEDİ OLARAK NELER YAPILABİLİR?

1. Yeni YÖK Başkanı, şimdiki rektör odaklı sistemi öğretim elemanı odaklı sisteme dönüştürmelidir. Başkan’ın niteliği bu bağlamda önemlidir. Başkan böyle bir niyetini daha ilk günden açıklarsa, üniversitelerde büyük rahatlama sağlanır; öğretim üyelerine moral ve cesaret gelir; ezilmişlik ve korku duygusu kalkar. Güler yüzlü YÖK’e ihtiyaç vardır.
2. Yasada yapılacak birkaç değişiklik şimdilik yeter. Bunlardan birisi rektörlerin bir dönem (4 yıl) ve her dönem başka alandan seçilmelerinin sağlanmasıdır. Seçimler beş gün içinde iki turla tamamlanmalıdır. Kadrosunda 100’den az doçent ve profesör olan üniversitelerde rektör adayları Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenmelidir.
13. maddenin ilk paragrafı şu şekilde değiştirilmelidir:

“ Devlet üniversitelerinde rektör en az beş yıllık profesör akademik unvana sahip öğretim üyelerinden, her dönem başka alandan seçilecek adaylar arasından, Cumhurbaşkanınca atanır.Rektörün görev süresi dört yıldır. Aynı kişi sekiz yıl geçmeden yeniden rektör atanamaz. Rektör seçimlerinde kadrolu profesörler ile her fakülteden beş doçent ve bir yardımcı doçent temsilcisi oy kullanır. Doçent ve yardımcı doçent temsilcileri her fakültede atandıkları tarih sırasına göre belirlenir. Seçimler beş günde iki turda tamamlanır. Seçmen öğretim üyelerinin en az yarısının katılacağı ilk turda en az yarısının oyunu alan aday bulunmadığında, beş gün içinde yapılacak ikinci tura en çok oy alan iki aday katılır. Kadrosunda en az yüz doçent ve profesör bulunmayan üniversitelerde iki rektör adayı Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir ve atanmak üzere cumhurbaşkanına sunulur. Vakıf üniversitelerinde rektör ataması Yükseköğretim Kurulunun görüşü alınarak Mütevelli Heyet tarafından yapılır. Rektörlerde emeklilik yaşı öğretim üyeleriyle aynıdır”

Bölüm ve anabilim dallarında yöneticiler dönüşümlü olarak belirlenmelidir. Bunun için yasal düzenlemeye gerek yoktur; YÖK’ün yapacağı yönetmelik değişikliği yeterlidir.
3. Üniversitelerde ve toplumda, kılıf-kıyafet yasağı büyük huzursuzluğa neden olmaktadır. Bunun hemen çözülmesi ve gündemden çıkarılması gerekir. Serbestlikte dini inanç, siyasal ve ideolojik gereklilik temel alınmamalıdır. Konuya insan ve hak özgürlükleri ve evrensel üniversite kuralları açısından bakılmalıdır. Öğrenciler, kimliklerini gizlemeyecek her türlü giysi ile öğrenim görebilmelidir. Bunun için yasal düzenlemeye gerek yoktur. Zira, YÖK yasasının Ek 17. maddesi bu serbestliği sağlamaktadır. Kaldı ki dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde üniversitelerde böyle bir maddeye gerek olmadan serbestlik vardır. Ek 17. madde SHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüş ve iptal edilmemiştir. Madde yürürlüktedir. Bugünkü yasaklama “dayatma” yöntemiyle gerçekleştirilmiştir.
4. Toplumu yaralayan ve ivedilikle çözülmesi gereken ikinci husus, 1998’de alınan kararla meslek liselerine uygulanan katsayı eşitsizliğidir.
Bunun çözümü iki yolla mümkündür:
a. 1982-1999 arası yöntem devam ettirilebilir. Yani, mesleki ve teknik lise mezunları genel lise mezunlarıyla eşit koşullarda sınava girmelidir.
b. 1923-1982 arasında olduğu gibi, meslek lisesi mezunları lise fark dersleri verdikten sonra (denklik sınavı) aldıkları lise diploması ile sınava girebilirler.
Birinci yol YÖK kararı, ikinci yol MEB kararı ile olacaktır. Bana göre ikinci yol en doğru olanıdır. Yaygarayı önler; geçmişteki uygulama örnek gösterilebilir. Ayrıca, toplum öteden beri buna hazırdır. Bu yöntemde mayıs ayında meslek liselerini bitirenler için merkezi lise denklik sınavı açılır ve 70 puanın üstünde alanlara lise diploması verilir. Lise diplomasını alanlar lisans programlarına girebilir. Bu yöntem meslek liselilerin de yararınadır.
Her iki yöntem için yasaya gerek yoktur.
5. Son iki yılda 15 + 17 = 32 üniversite açılmıştır. Bunların 16’sına yasa dışı rektör atamaları yapılmıştır. En kısa sürede, bu 32 yeni üniversiteye atanacak rektörlerle ilgili yasa çıkarılmalı ve atamalar ivedilikle yapılmalıdır.
6. Üniversiteler arasında öğretim üyesi dağılımındaki dengesizlik yüksek düzeydedir. Bu durum, üniversite öncesinde fırsat ve olanak eşitliği mağduru öğrencilerin aleyhine, mağdurluk yükseköğretimde de sürmektedir. Ayrıca, üniversite sayısı artmasına rağmen – dileriz kasıtlı değildir- kontenjanlar artırılmamaktadır. Dengeli dağılım sağlandığında, kontenjanlar iki katına çıkarılabilir.
Dengeli dağılım, nitelikli eğitim-öğretim ve kontenjan artımı için şunlar yapılmalıdır:
a. Gelişmiş büyük kentlerde (İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya, Bursa, Eskişehir ve Kayseri gibi) bulunan üniversitelere, bu tarihten sonra atanan doçent ve profesörlere, her unvan dönemi için birer yıl zorunlu hizmet getirilmelidir. Bu, en az 10 yıl devam etmelidir. Üniversite kamuoyu buna hazırdır. En önemli kurtuluş yolu budur.
b. Gelişmiş üniversitelerde emeklilik yaşı 67’den 65’e düşürülmeli, diğerlerinde 67’den 70’e yükseltilmelidir.
c. Bir üniversitede 25 yıl öğretim üyesi olarak çalışanlara, emekliliklerine kadar, kadroları kendi üniversitelerinde kalmak üzere, istedikleri üniversitede görevlerini sürdürmeleri sağlanmalıdır. Böyle bir fırsat bu üniversitelerde çalışanlara moral verecektir.
d. 85 devlet üniversitesi, en az üç üniversiteden oluşacak “Üniversite Birlikleri” çatısı altında gruplandırılmalıdır. Birlik oluştururken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, birlik içinde uzaktaki yeni açılan bir üniversitenin bulunmasıdır. Örneğin: Hacettepe, Bozok ve Bitlis Üniversite Birliği; İstanbul, Bolu ve Siirt Üniversite Birliği gibi. Birlik üyesi üniversiteler arasında önlisans, lisans ve lisansüstü öğretimde öğretim üyesi yardımlaşması sağlanmalı ve ayrıca, üniversiteler arasında öğrenci değişimi yapılmalıdır. Böyle bir yapılanmaya şiddetle gereksinme vardır. Bunun için yasal düzenleme gerekir. Ancak, YÖK kararıyla da mümkündür.
7. Öğretim elemanlarının ekonomik durumlarında iyileşme sağlanmalıdır. Her öğretim elemanına ders yılı başında en az 1.000.- YTL “Eğitim Ödeneği” yardımı yapılmalıdır.

8. Vakıf üniversiteleri için özel yasa çıkarılmalıdır. Bu üniversitelerin kontenjanları son derece düşüktür. Fazla öğrenci almaları ve ücretlerinde indirim sağlanmalıdır.
9. Meslek Yüksekokullarının içler acısı durumunu düzeltmek üzere yeni düzenlemeye gerek vardır. Bugün bu okullarda (522 okul) 260 programda 482. 208 öğrenci bulunmaktadır. Öğrencilerin hemen hepsi Anadolu’dan gelen yoksul çocuklardır. Bunlar mesleklerini öğrenemeden diploma almaktadırlar.
Bu okullar için yapılması gerekenler:
a. Nüfusu 20. 000’den az olan yerleşim yerlerindeki okullar kapatılmalıdır.
b. Öğretim elemanlarının unvanları yeniden düzenlenmelidir.
c. Yükseköğretim Kurulu’na bağlı Meslek Yüksekokulları Üst Kurulu oluşturulmalıdır.
10. YÖK yasasının üniversite içi sürgüne olanak veren 13.b.4 ile yurt içi sürgüne olanak veren 7/L maddesi yürürlükten kaldırılmalıdır.
SONUÇ
Daha ayrıntılı bilgi istenildiğinde gerekli açıklama yapılacaktır.
İki yıl için öngörülen ivedi önlemlerdir. Yasanın tümü değişecek olması durumunda ayrıca görüş bildirilebilir.
Bilgilerinize saygılarımla sunarım.

Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu, Gazi Ü. Tıp Fakültesi
0532 356 06 29
0312. 202 69 31
tahirh@gazi.edu.tr

9 Kasım 2007 Cuma

HATİPOĞLU-GÜRÜZ DAVASI’nın DURUŞMASI YAPILDI

Eski YÖK Başkanlarından Kemal Gürüz, Tüm Öğretim Üyeleri Derneği eski Genel Başkanı Tahir Hatipoğlu aleyhine 30 milyar liralık tazminat davası açtı. Gürüz, Hatipoğlu’nun, kendisine, Karikatür Üniversite isimli kitabında, “Hülle profesörü” ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun telefonuyla başkan yapıldığını içeren sözleriyle hakaret edildiğini iddia etti. Davanın duruşması Ankara 6. İdare Mahkemesi’nde yapıldı. Duruşmaya Gürüz’ün avukatı geldi.
Duruşmada Hatipoğlu, sözlerinin doğru olduğunu ve doğruluğun kanıtlanması için eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile YÖK eski Başkanı Mehmet Sağlam’ın tanık olarak dinlenmesini istedi. Hakim, “Bu yaşlı başlı insanları mahkemeye getiremem” diyerek, tanıkların dinlenmesi istemini ret etti. Davalı Hatipoğlu, aşağıdaki dilekçeyi mahkemeye sundu:

Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi
Yargıçlığına,

Davalı (Yanıt veren) : Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu
Davacı : Prof. Dr. H. Kemal Gürüz

AÇIKLAMA
Üzülerek sözüme başlamak istiyorum. Hoşgörünüze sığınıyorum.
1. Gazetede yazılanların tamamı eleştiri sınırları içindedir. Dolayısıyla hukuka aykırı olması olası değildir. Kuşkusuz her davacı, davasını açarken böyle düşünecektir. Ancak, günümüzdeki evrensel hukuka göre söylenenler ve yazılanlar hukuk sınırları içindedir.
Amacım kimseyi küçük düşürmek değildir. Yükseköğretim Kurulu gibi anayasal, büyük ve yıllardır Türkiye’nin en çok eleştirilen bir kurumun başkanı elbette eleştirilmelidir. Onun da buna açık olması gerekir. Kaldı ki, üniversite, aykırı görüşlerin ortamıdır; bu bağlamda bütün kurumlara örnek olacak ve cesaret verecektir. Bu anlayışın aksi düşünülemez.
Sonuçta eleştiri sınırı aşılmamıştır. Aşılması asla düşünülemez. Bir kişinin göreve gelişinde katkısı olduğu varsayılan birisinin adının yazılması küçük düşürücü olarak algılanamaz, algılanmamalıdır.
2. Davacı yanıt dilekçesinde “dava konusu haberdeki beyanların gerçek olduğunu iddia etmektedir” şeklinde bir tümce yazmıştır. Gerçekte durum budur. Bunun için, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Kahramanmaraş Milletvekili eski YÖK Başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ın tanık olarak dinlenmesini bir kez daha yineliyor ve diliyorum.
Davacı, benim kendisi için, “hülleci profesör” diyerek aykırı ifadede bulunduğumu iddia etmektedir. “Hülleci profesör” YÖK’ün ilk yıllarında basının ürettiği ve kabul gören terimdir. YÖK’ün 26. maddesinin altıncı fıkrasına göre, son üç yılında doçent olarak bir üniversitede çalışanlar aynı üniversitede profesör olamıyorlardı. Dolayısıyla gariban grubuna giren doçentler doğu ve güneydoğu illerimizdeki üniversitelere giderek profesör oldular. Bunun yanında YÖK Başkanı İhsan Ali Doğramacı’ya yakın ve kayırılan doçentler, aynı ildeki başka bir üniversitede profesör yapıldılar, sonra da bu çalıştıkları üniversiteye YÖK kararıyla görevlendirildiler. Bu tip az sayıdaki doçent oturdukları odadan çıkmadan kağıt üzerinde yasaya uygun profesör oldular. Kamuoyu bu tip profesörlere “hülleci profesör” adını takmıştır. Kemal Gürüz de bu tip profesör grubu içindedir. Buna itirazı zaten yok. YÖK’ten hangi üniversitede doçent olduğu, hangi üniversitede profesör olduğu öğrenilebilir. Hülleci dememe takılıyor. Bu deyim benim değil herkesin sıklıkla kullandığı deyimdir. Üniversite çevreleri bunu iyi bilir. Bu fıkra iki yıl sonra değiştirildi ve hülleyle profesör olmak devri kapanmış oldu; zaten amaçlanan hedefe de ulaşılmıştı.
1988 yılında yapılan yasa değişikliği ile bir ay içinde 3000’e yakın doçent bulundukları üniversitede profesör oldular. Kamuoyu bunlara “kolay profesör” adını takmıştır. Ben de 1402’lik olarak o tarihte üniversiteden ayrılmış olduğumdan, bu yasadan Danıştay kararı ile üniversiteye döndükten sonra yararlandım ve 1999’da profesör oldum. Bana da zaman zaman kolay profesör diye laf atanlar ve yazanlar oluyor; alınmıyorum ve tazminat davası açmıyorum.



SONUÇ ve İSTEM

Gazetede yazılanlarda hakaret amacı gütmedim. Hakaret sayılacak en ufak bir söz de etmedim. Bu, benim demokrat ve özgürlükçü tavrıma da aykırıdır. Kemal Gürüz benim her sözüme dava açma alışkanlığını kazanmış bir kişidir. Davalarından bıktım. Benim yaptığım, yazan ve konuşan bir bilimci olarak, üniversite tarihine bugünlerin olaylarını saptayıp taşımaktır. Bu amaçla bu konu hakkında yedi kitap yazdım.
Eski Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel’in, “Tarih, sağken bildiklerini yazmayanları, öldükten sonra suçlu sayar” sözüne yürekten inanan birisi olarak görevimi yapıyorum. Mahkemenizi yorduğum için üzgünüm. Davanın reddini diliyorum.

Saygılarımla.




M. Tahir Hatipoğlu
Davalı

9 Temmuz 2007 Pazartesi

HATİPOĞLU-GÜRÜZ DAVASI BAŞLADI
Dr. Tahir Hatipoğlu'nun Mart ayında Selvi Yayınları'nda yayımlanan Karikatür Üniversite kitabında yazılmış olan kendisiyle ilgili sözlerde hakaret olduğu savıyla, eski YÖK Başkanı Dr. Halil Kemal Gürüz 30 milyar liralık manevi tazminat davası açtı. Davanın ilk duruşması 5 Temmuz 2007 günü Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde yapıldı. Kemal Gürüz'ün hakaret olarak gördüğü sözler şunlardır: "Hülle yoluyla profesör olmak, beş yıl beklemeden dört buçuk yılda profesör olmak, Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun gece telefonuyla YÖK Başkanlığı'na atanmak, her solcuyu bölücü, vatan haini ve komünist görmek, paşalara yakın olmak"
Hatipoğlu savunmasında bunları kanıtlayabileceğini söyledi. Ayrıca eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in, Kıvrıkoğlu'nun ve eski YÖK Başkanı Mehmet Sağlam'ın tanık olarak dinlenmesini istedi.
Duruşma YÖK'ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım 2007 gününe ertelendi.

20 Haziran 2007 Çarşamba

KARİKATÜR ÜNİVERSİTE KİTABI ÇIKTI

Tahir Hatipoğlu'nun üniversite ve YÖK konularına ilişkin sonuncu kitabı geçtiğimiz ay yayınlandı. Üniversitelerde yaşanan ilginç olayları anlatan ve üniversitelerin karikatürleştiğini kanıtlayan bu kitap her öğretim elamanı tarafından okunmalıdır.
Selvi Yayınları'ndan çıkan ve ederi 8.00 ytl olan bu kitap, yazarından istenmesi durumunda 5.00 ytlden gönderilecektir.
İsteme Adresi;
Tel: 0532 356 06 29
E-Posta: tahirh@gazi.edu.tr
tahirhatipoglu@gmail.com